24 Eylül 2018 Pazartesi

OKUDUKLARIM ÜZERİNE


SİNEKLERİN TANRISI

William Golding'in bu eserini okurken başlangıçta acaba çocuklar için yazılan bir kitabı mı okuyorum hissine kapılır insan ancak zamanla sizi bu fikirden alıkoyan somut gerçeklik ile karşı karşıya kalırsınız. Çünkü kötülüğün yalnızca yetişkin bireylerin bulunduğu çevrede kol gezmediğini insanın olduğu her yerde olabileceğini görmüş olursunuz. Mina Urgan kitabın son söz kısmında şöyle bir cümle sunar bize; ''çocuklara duygudan yoksun bir şekilde yaklaşırsanız onların da bir insan olduğunu anlarsınız.''

Atom savaşından kaçmak üzere uzak bir yere uçakla götürülen çocuklar bir kaza sonucu adaya düşerler. Adada ilk karşılaşan Ralph ve Domuzcuk olur. Sonrasında zamanla toplanan okul çağındaki bir grup çocuk düzenli olarak toplantılar yaparak adadan kurtulmanın yollarını ararlar. Düştükleri adayı Mercan Adası olarak gören çocuklar başlangıçta güzel zaman geçirseler de sonrasında bu kurtuluş çabası kendisini başka amaçlara salık verecektir.

Vahşi doğa diye nitelendirdikleri bu adada Jack ve Ralph liderlik yarışına girerler. Eşit şartlarda lider olma koşullarına sahip olsalar da oy çokluğu ile Ralph lider seçilir ve Jack bu vasfı ondan almak için kötülüğün hüküm sürdüğü korku dolu anlar yaşatır orada bulunanlara. Ralph iyiliği Jack ise kötülüğü simgeler. Ralph kurtulmak için ateş yakmayı daimi kılmanın yollarını ararken Jack avlanıp karınlarını tok tutma, av eğlenceleri yapma ve gücü elinde tutmanın peşine düşer.

Kitaba adını veren ''Sineklerin Tanrısı'' İbranice'de karşılığı ''Beelzebub'' olan yani şeytanı simgeleyen isimlerden biridir. Ve artık adada geçirilen keyifli zamanlar giderek yerini hırsa, zorbalığa, haksızlığa ve ölüme bırakacaktır.










11 Eylül 2018 Salı

OKUDUKLARIM ÜZERİNE


HAW

Mikasa'nın henüz küçücükken annesinin onu sahiplenmeyişi ile başlayan hayatı...
Merakına esir düşüp ailesi ile bağları koptuktan sonra ufacık bedeni ve endişeli gözleri ile dünyayı tanımaya çabalayışı. Alevli Kalpler Çetesi'ne katılışı ve Melsa ile tanışması.

Mika en başından beri aşkı arayan, onu bulduğunda da büyük bir sadakat ile sonsuza kadar yaşayacak biri. Melsa'yı da bu sabrı bulmuş olmalı. Bacakları kopmuş bir vaziyette barınağa getirildiği gün neredeyse ölümüne ramak kalmış olan Mika'nın ağzından dökülen tek bir kelime Melsa'ydı. İşte burada da bu sabrın oluşturduğu aşkın ona yaşama nedeni sunduğunu, ayrılık ateşi ile yanan yüreğinin acısının ona bacaklarının acısını unutturduğunu gösteriyor. Zaten yok muydu şöyle bir cümle; bir acıyı unutmak için onu başka bir acı ile ikame etmek gerekir diye.

Mika ile Melsa Güneyliler ile Kuzeylilerin savaşı ortasında düştüler bir aşka. İkisi de Güneyliler safında yer aldı başlangıçta bunun farkında olmayarak. Fakat zamanla sahiplendiler onları. Bulundukları bu saf da ayırdı ikisini, devlete karşı gelmek suçundan alıkonuldular.

Mika, Melsa'sını gördü mü bir daha bilinmez ama hissettikleri eşi benzeri olmayan şeylerdi. Onların gözünden ölümü, hapsi, acımasızlığı görmüş olduk. Savaşın bir kentte yarattığı tahribattan ziyade insanın insanda yarattığı tahribatı bir canlının gözünden olduğu gibi göstermiş oldu bize yazar.

Kemal Varol bu eserinde okurları onlar için daha duyarlı olmaya çağırıyor nitekim asıl amacı bu olmasa bile sokağa her çıktığımızda onların gözünden kendimizi nasıl adlandırmalıyız biraz bunu düşünmeliyiz.






31 Ağustos 2018 Cuma

OKUDUKLARIM ÜZERİNE

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ


"Hiçbir şey bir anda değişmez: Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz."

Margaret Atwood'un 80'li yıllarda yayınlanan eseri olan Damızlık Kızın Öyküsü şu sıralar ''The Handmaids Tale'' ismiyle diziye uyarlanmıştır. Feminist ve çevreci olan Atwood bu eseri ile aslında yaratılan distopyaya şu sıralar ne denli yakın olduğumuzu bize hissettirmiştir.

Önce diziyi izlemeye başladım ve 2. sezonu bitti. İnsanda uyandırdığı büyük bir merak ilgisi ile gelecek sezonunu bekletiyor bize. Diziyi izlemiş olmasam kitabı bu kadar net kavrayamazdım sanırım. Çünkü okurken Fredinki (Offred), Serena Joy, Komutan ve Nick isimlerine Elisabeth Moss'u, Yvone Strahovski'yi, Max Minghella'yı birer birer koydum. Distopya türünde eserler kavranması zor ve kurgusu kolay anlaşılabilir olmayan cinsten olurlar, sanıyorum. Fakat bu eser Offred'ın dilinden içinde bulunduğu yaşamındaki çıkmazları ve bir an içerisine düştüğü sistemi gözler önüne sererken, başımıza asla gelmez dedirtmeyecek cinstendi.

Amerika hükümetinin yerine geçen Gilead sistemini anlatıyor Atwood. Dini bir sembol olarak benimseyip nüfusun giderek azalmasından dolayı doğurgan olan kadınları yüksek rütbeli komutanların evlerine vererek kutsal görev diye nitelendirdikleri çocuk sahibi olma amacına hizmet ediyorlar. Kırmızı kıyafetli damızlıklar, mavi kıyafetli eşler, Martha'lar, Göz'ler, Teyzeler...

Bir gün uyanıyorsunuz yeni gelen gün bir öncekinden farklı gelmiyor gözlerinize. Ama siz yeni doğan güne bambaşka bir kadın olarak gözüküyorsunuz. Banka hesaplarınıza el konulmuş, mesleğinizden men edilmiş, yurt dışına çıkışınız yasaklanmış, kıskıvrak sıkıştırılmışsınızdır. Bedeniniz alınıp satılabilen bir meta olmuş, üreyebilme özelliğinizden dolayı tecavüz diye nitelendirilebilecek bir sisteme dahil olmuşsunuzdur. Kadınlara saygınlık Gilead'a göre hat safhadadır hatta doğum yapan kadınlar asla öldürülmezler. Ancak özgür iradeniz, ekonomik varlığınızın artık hiçbir hükmü yoktur. Eşcinselseniz, üreme özelliğinizi yitirdiyseniz, politik suçlu iseniz Kolonilerdesinizdir. Ölüme terk edilmiş olarak, sağlıksız bir ortamda çalıştırılırsınız. İki bacaklı rahimlersinizdir. İşkence görürken bile vücudunuzda belli bölgelere dokunmamaya çalışırlar ama gözleriniz, elleriniz buna engel olmadıkları için kolaylıkla yok edilebilirler.

Gilead totaliter rejimine bu denli yakın olabilme kaygısı gelir oturur içinize. Çünkü ülkede bir zamanlar; çalışan kadınlar annelik fedakarlığından bir nebze de olsa yoksun bırakıyorlarsa kendilerini, yarımdırlar diye söylemler olmuştu. Bu nedenle bir gün uyandığımızda bu uyanmanın bir bitiş mi bir başlangıç mı olduğunu asla bilemeyebiliriz.

''Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır, sessizce de olsa.''




27 Ağustos 2018 Pazartesi

OKUDUKLARIM ÜZERİNE

KARDEŞİNİ DOĞURMAK

Gencecik bir gazeteci olan Büşra Sanay'ın nitelikli cinsel istismar üzerine kaleme aldığı bir kitap. İçeriğinde mağdurlarla, cezaevi psikologları ile, adli tıpçılarla röportajların yer aldığı kitabın son bölümlerinde üniversite öğrencileri ile bir anket çalışmasının yapıldığı, okundukça sizi oturduğunuz yerde rahat bırakmayacak olan bir eser.

Nedir nitelikli cinsel istismar? Önce böyle başlayalım. Bu işin niteliklisi mi olurmuş diye sorduğum bir soruydu bu kendime. Ama hukuk bunu irdeliyor. Bir diğer adı ile ensest hukuken evlenmesi yasak olan kişilerin aralarında kurduğu cinsel ilişki. Nitelikli olması da bir organda yaratılan tahribat gibi açıklanabilir. Verilen cezalar basit cinsel istismar mı nitelikli mi buna göre değişebiliyor. Buna ek olarak yaş aralığına göre de değişebiliyor.

Eser kafanızdaki birçok soru işaretini cevaplayıp yeni sorular yaratabiliyor. Bu bir hastalık mıdır? Daha çok hangi toplumlarda görülür? Eğitimin payı nedir? Cezaların caydırıcılığı nedir? Hapis cezası yeterli midir gibi sorular ve daha birçokları. Psikologlar bunun bir hastalık olmadığını cinsel bir sapkınlık olarak nitelendirilmesi gerektiğini söylüyor. Hastalık, tedavi edilmesi gereken bir şey eğer buna bir hastalık denirse ceza ehliyetinin ortadan kalkabileceğini belirtiyorlar. Her toplumda geçmişten günümüze görülen bir istismar ve pek de bitirilebilir bir şey olarak görülmüyor-insan soyu devam ettikçe- Eğitimin payı elbette ki büyük bu da bireyi ve toplumu eğitme açısından tabi çünkü günümüzde toplumumuzda yer alan birçok kadın kuruluş bile devletin korumacılığının ve caydırıcılığının yetersiz olduğundan söz etmekte ancak bireye eğitimi gerçekleştirebilecek imkanlar henüz yeterli düzeyde konuşulmamakta. Hapis cezasına gelirsek bu maalesef ki yeterli değildir. Çünkü istismarcılar yaptıklarından pişmanlık duymuyorlar kabul etmediklerinden dolayı. Biz toplum olarak bu kişileri unuttuğumuz takdirde içeriden çıktıktan sonra aynı davranışı sergilemeyecekleri ne malum. Bu nedenle ifşa etmenin önemi vurgulanıyor.

Kitapta beni şaşırtan noktalardan biri; istismarcı bireylerin kadın ya da çocuk hiç fark etmez, ziyaretlerine eşleri, anne ve babalarının gitmeleri. Eşler kocalarına güven duyup, inkar ediyor ve hatta görüşmede ''pembe oda'' talep ediyorlar. Pembe oda; tutuklu ve hükümlülerin eşleri ile cinsel birliktelik yaşadıkları oda. Bu da bir nevi ödül gibi bir durum oluşturuyor.

Demem o ki; okuyunuz. Bilmediklerimiz, bilip de ahkam kestiğimiz yargılarımız, insanlara yapıştırdığımız yaftalar, ırka göre yaptığımız ayrımcılıklar, istismarı bilip de saklamak ile cezai yükümlülüklerimizin doğabileceği. Bunların hepsini bilmek ve aşmak için, kendimizi bilmek ve aşmak için okunmalı.


7 Temmuz 2018 Cumartesi

OKUDUKLARIM ÜZERİNE

ABBAS KİYARÜSTEMİ İLE SİNEMA DERSLERİ

''Anlaşılamama ihtimali olumlu bir özellik olarak kabul edilmediği sürece sinema asla ana sanat dallarından biri olarak görülmeyecektir.''

Kiyarüstemi 1940 İran doğumlu. Yaşadığı zaman zarfında ülkesinde ki siyasi süreçler, uygulanan sansürler ve sinema sektöründe dişe dokunur eserlerin verilememesi onu topraklarından uzaklara hiçbir zaman taşımadı. Farklı topraklarda doğup yaşasak bile aynı gökyüzünün altında olduğumuz müddetçe yaşadığımız trajedi ve hissettiğimiz sevginin ortaklığından beslendi. Kiyarüstemi bu inancını şu sözler ile vurgulamıştır; ''Eğer bir insanı X-ray cihazından geçirirseniz bu insanın ırkı ya da inancı hakkında bir şey söyleyemezsiniz. Görünüşte, dinde, dilde ve yaşam tarzlarındaki farklılıklara rağmen dünya üzerindeki millet topluluklarının ortak özellikleri vardır; akli yapımız özdeştir, kan dolaşımımız, sinir sistemimiz ve gözlerimiz benzerdir. Aynı anda güler ve ağlarız, aynı acıları çekeriz.''

Abbas Kiyarüstemi ile Sinema Dersleri kitabı yalnızca sinema ile ilgilenen insanların değil sanatın her alanına ilgi duyan insanların okuması gereken bir eserdir. Çünkü o şairdir, fotoğraf sanatçısıdır, yönetmendir. O, kendisini bir öğretmen olarak nitelemez, ''Ben size bir şey öğretmiyorum, çevrenize bakmanızı, doğadaki gerçekliği görebilmenizi sağlıyorum'' der. Bu eser, Kiyarüstemi'nin atölye çalışmalarından ve filmlerindeki teknikten, gerçeklik ve şiir ile kamerayı nasıl buluşturduğundan söz eder.

Bir gün atölyede Kiyarüstemi öğrencilerinden asansörde geçen bir hikâye üzerine kısa film çekmelerini ister ve ard ardına fikirler gelir. İçlerinden bazı diyaloglar şöyledir:
Katılımcı; ''Bir arkadaşım bir binanın ikinci katından onuncu katına taşındığını söylemişti. Sahip olduğu her şeyi asansöre koymuş. Bütün hayatı sekiz kat yukarı çıkmış.''
''Bu bir filmin altyapısı, hikâye değil. Anahtar, sinemaya özgü bir biçimde düşünmeye başlamanız. Bize hikâyelerinizin ne hakkında olduğunu ya da konseptinizi söylemeyin.Yalnızca göreceklerimizi ve duyacaklarımızı büyük bir hassasiyetle açıklayın, her zaman açık olun.''

''Asansörün içindeyiz, içi boş. Kapıları beşinci kata açılır. Beyazlar içinde, yüzüne çizilmiş kocaman bir gülüşle bir palyaço biner. Uzun bir gün geçirmiştir ve hayli yorgundur, zemin kat düğmesine basar...''
''Soracağım soruyu biliyorsun. Uzun bir gün geçirdiğini nereden biliyoruz? Eğer görebildiğimiz tek şey yüzüne çizilmiş gülümsemeyse yorgun olduğunu nereden biliyoruz? İyi bir yönetmen, insanın içindeki çatışmaların dıştakiler kadar önemli olduğunu, fizikselleştirilmiş mücadelelerin yaşanmış olduğunu anlar. Bu mücadeleleri nasıl görünür kılabileceğini bilmek iyi bir beceridir. Bu durumda sönmüş ve içler acısı haldeki bir avuç balona ne dersin?''

Abbas Kiyarüstemi bir filmin olabildiğince açık ve net olmasını ister ve bunun için de görüntülere oldukça önem verir. Sinemada asıl gerçekliğin görüntüler olduğunu bilir. Albert Camus'nün de dediği gibi; ''Gerçek sanat yapıtı az konuşandır.'' düşüncesini savunur. Fotoğraflarında dahi bulanıklığı sever ve detaya girmenin insanda kuvvetli bir etki yaratacağına inanmaz. Bu nedenledir ki Kiyarüstemi karı sever çünkü onun için kar yağdı mı, doğadaki tüm ayrıntının üzerine beyaz bir örtü serilir.

''Rumi iki çeşit âlimden bahseder; iktidarın lütfunu bekleyen ve bunun için her şeyi yapanlarla, kendi içgüdülerinin peşinden gidip hakikati kendi iyiliği için arayanlar ve böyle yaparak da temas kurduğu insanlara ilham kaynağı olanlar. Başkaları için bir şey yapmayın.''
       
                                                                                       ABBAS KİYARÜSTEMİ


23 Mayıs 2018 Çarşamba

OKUDUKLARIM ÜZERİNE




KUZEY


Kuzey bize iyi ile kötünün iç içe olduğu, gerçek ile rüyaların birbirine karıştığı, cevaplardan çok soru işaretlerinin yer aldığı bir Dünya sunar. Kuzey, aslında varılan bir noktadan ziyade bir yolculuktur. Aslem'in oğlu Rinda'nın yolculuğu...


Size biraz Rinda'dan bahsedeyim. Yıllarca babasından uzakta büyümüş, cesur, Aslem'in benzerlik yönünden öteki eşi. Babasını ölü bulup ilk kez soğuk yüzünü gördüğünde kendisine ne kadar benzediğini o an görür. Yolculuğunun temel nedeni de; babasının yaşam şartlarını görüp Kuzey'e neden gittiğinin cevabını bulmak. Ve buna Aslem'in ağzında bulduğu küpe ile başlar.


Kuzey'de anlatım oldukça geniş bir alana yayılmış, tasvirlerle dolu ve her bir karakterin ayrı bir hikayesi var. Onu okudukça siz de bir karakterin değil birçoğunun düşüncelerine ve yaşamına tanıklık edeceksiniz. Gerçeği bir rüyadan ayırt edemeyecek, iyi ile kötüyü var eden şeyin ne olduğu üzerinde saatlerce düşüneceksiniz. Gerçek yalanın aksi değil, bilinmeyenin keşfidir der Abbas Kiyarüstemi. Bu kitapta da gerçeğin sizin yarattığınız şeylerden farklı olmadığını göreceksiniz. Birbirinden farklı hikayeler ile masalsı bir dünyaya kapılarını açan Kuzey, gökyüzü kapısını aralayarak yıldızlara ulaştıracak sizi.


Yaptığımız her bir yolculukta eğer varış noktamız yine başladığımız yer ise özgürleşmiş sayılmayız çünkü hayat bu değil. Hayat zihnin bir yolculuğudur, bedenen olduğumuz yerden çok ayrılmasak dahi zihin, -açılan bir musluktan suyun akması gibi- zamanın sonsuzluğu içerisinde akar gider. Ve nerede duracağı konusunda kararı o verir, biz zaman zaman sadece onun yürümeye devam ettiğini unuturuz. Amaç burada bir noktaya varmak değil yalnızca sorular sorarak mevcut düşünceleri anlayabilmektir, hayatı anlayabilmektir. Zihnin kurulumu bunun üzerinedir. Rinda'da zamanla varış noktasını unutup tanıştığı yeni fikirleri anlamaya odaklanmış, kötünün içerisindeki iyiyi açığa çıkarabilmeyi ummuştur. Onun için belki de yeni bir yolculuğa sebebiyet verecek olan küpeyi canı pahasına saklamış, ölümü burnunun ucunda hissetmiştir. Çünkü ölüm de bir nevi başka bir dünyada olan yolculuktur. Beden yorulur, susar ve süreksizdir. O durduğu an, rüyalardan uyandığımız anlar gibi başka bir zamana geçiş yapılır.


Burhan Sönmez Kuzey'de bize zihninin enginliğini ve derinliğini sunmuş, onun araladığı bir kapıdan Rinda ile yürümemizi istemiştir. Onun gibi korkusuz, onun gibi dirayetli. Çünkü hayat önümüze birtakım zorluklar koyar ve biz amacımızı bir gün dahi unutacak olursak gece, yıldızlarının ışığının gözlerimize temas etmesine izin vermez...





21 Nisan 2018 Cumartesi

OKUDUKLARIM ÜZERİNE



HARFLER VE NOTALAR


Hasan Ali Toptaş'ın eserlerinde ne anlatmak istediğini, neyi amaçladığını, okura hangi birikimlerle ulaşmak istediğini anlamak için ilk okunması gereken kitaplarından biridir Harfler ve Notalar. Postmodernizmin canlı bir örneğidir çünkü yazar. Eserlerinde dil oyunlarına geniş bir yer verir ve kelimelerini adeta besteler. Bu nedenle yazarı anlamak için önce fikirlerini beyan ettiği bu denemelerinden başlayın derim.


Yazarı kendi ağzından bir belgeselinde dinlemiştim ve orada anlattığı her şey neredeyse bu eserinde var. Çocukluğunda Bekir Yıldız okuyup onunla karşılaştığında heyecandan tir tir titrerken Bekir Yıldız'ın ''bir daha beni okuma!'' deyişindeki hayret edişini, anlatırken adeta resmediyordu. Utangaç, aynalı lakabı dolayısı ile toplum içerisine pek çıkamayan, her gördüğü edebiyat sohbetine katılıp arka sıralarda çekimser bir tavırla oturan bir çocukluk onunkisi. Hep bir kütüphane memuru olmak istemiş ancak icra memurluğu yapmış biri. Yazmasaydı edebiyatımızda koca bir sayfa hep boş kalmış olacaktı.


Harfler ve Notalar'da yazarlara, yazar adaylarına, okurlara altı kalın çizgilerle çizilecek mesajları var Hasan Ali Toptaş'ın. Diyor ki;

-Okura yazmak ile okur için yazmak arasında dağlar kadar fark var. Birinde kalem özgürdür ama diğerinde esaret altında.

-Bir eser daima ayakta yazılmalıdır. Yazar, mevcut iktidar anlayışından uzak, her zaman bırakıp gidecekmiş gibi fazla ayrıntıya kapılmadan, kendi için yazmalıdır.

-Yazar metnin içindeki saati kendi kurar. Zaman burada yazarın hükmündedir, yavaşlatması gereken anlarda çeşitli tekniklerle yavaşlatır, hızlandırması gereken anlarda hızlandırır. Dünyevi hız bir nebze bile hissettirilmez satırlarında ama bu zerrece gerçek zamanı umursamadığı anlamına gelmez.

-Hikaye kelime kusularak değil kelime yutularak yazılır. Günümüzde hâlâ okunan hikayelerin sebebi içlerinde bir yerde gizil bir durumun söz konusu olduğundandır. Eğer yazar her sonucun, durumun, tavrın nedenini açıklamış olsaydı biz onu açıklığa kavuşturduğumuzdan hâlâ okuyor olmazdık.

-Bir düzyazı da şiir gibi yazılmalıdır. Kastettiğim tabi ki de aynı doğrultuda değil aynı özen ve titizlikte.


Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Şükrü Erbaş, Abbas Sayar gibi insanlarla nice dostluklar ve yakınlıklar kurmuş onlara karşı olan sevgisini kelimeleri ile içselleştirmiştir.


Ve der ki; ey hayat, bana kör noktamı aydınlatacak bol ışıklı dostlar ver. Kastettiği, karanlık noktasında kalmış hayatında önem arz edecek olan eserler...



29 Mart 2018 Perşembe

OKUDUKLARIM ÜZERİNE



İSTANBUL İSTANBUL


Birbirinden kırık, birbirinden sancılı ve haklı oldukları sebepler üzerine yaşam süren hayat hikayeleri...

Şehrin Güney'i kuyunun karanlık dibidir aslında yazara göre. İşkence odaları, yeryüzünde kentin insanlarının ayakları altındaki karanlık ve soğuk dehlizler, insanın acıdan kanının çekildiği soğuk zeminler.

İstanbul'u nasıl bilirsiniz? Martılarıyla mı, Galata-Kız kulesi-Adaları ile mi yoksa Eminönü'nde kıyıya demir atmış balıkçı tekneleriyle mi? İnsan İstanbul'a nasıl bakarsa öyle görür der yazar, insan bir kente nasıl bakarsa öyle görür. Doğayı Tanrı var ettiyse kent de insanın mimarisidir. Şimdi arkana yaslan ve bu yapıyı inşa ederken taşı nereye eksik koyduğuna bir bak...


Doktor, öğrenci Demirtay, Küheylan Dayı ve Berber Kamo'nun hayatın farklı zaman ve mekanlarından koparak bir araya gelişleri, getirilişleri. İstanbul'u tasvir edişleri, acıya göğüs germeleri ve birbirinin yüreklerine sığınmaları. Biri diğerinden daha umutlu, biri diğerinden daha aşık, biri diğerinden daha çocuk. Zaman onların birer düşmanı. Yukarıda zaman hızla akarken aşağıda neden soluklanır ki? Görelilik bu mudur? Hayatımızda bizi diğerlerinden ayıran, bir olan ruhumuzdur. Onu doyurmak, beslemek, algısını yükseltmek için bedenimizi kullanırız. Duyar, görür, dokunur ve konuşuruz. Peki ya acı ile burun burunayken? İnsan gördüğü işkence karşısında bedeninin çığlıklarını nasıl bastırabilir, ruhu nasıl ön planda tutabilir? İşte bu karakterlerden her biri bu eziyete katlandı ama özellikle Berber Kamo umutsuzluğuna rağmen, geleceğin karanlığına rağmen ruhunu dile döküp bedenine söz geçirdi. Belki ömrünü verdi ama inandığı şeyden vazgeçmedi. O şiirdi, güzel şiirin ardında olandı. Şehrin Güney'inde bedeni kaldı ama ruhu çoktan kendi iradesi ile gökyüzüne kavuştu.


Burhan Sönmez bu eserinde; insanın acı karşısında dirayetini, gerçeğin gölgesine meydan okuyuşunu ve kötülüğe teslim olmuş ruhların insan için bir dönüm noktası olabileceğini göstermiştir. İstanbul'un belki de Küheylan Dayı'nın anlattığı gibi bir yansımasının gökyüzünde olabileceği ihtimalini vermiştir. Bilmece ve hikayeler ile kurguyu güçlendirmiş, dilin akıcılığı ile anlaşılabilirliği kolaylaştırmıştır. Günümüz sinemalarında da çokça işlenen; insanın zamanla iyiliğe ve kötülüğe hükmedip, kendini Tanrılaştırdığını hatta mümkünü olsa Tanrı'ya bile meydan okuyabilecek güçte olabildiklerini bizlere düşündürmüştür. İnsan hem güçlü hem kırılgan, hem samimi hem olabildiğince soğuktur. İstanbul da; hem baharlı hem karlı, hem dostane bir el hem düşmandır.


''Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir''

Hallac-ı Mansur.