19 Temmuz 2019 Cuma

OKUDUKLARIM ÜZERİNE

MALİNA

Ingeborg Bachmann'ın adeta varlığının özüne inen bir eser Malina. Akıp giden bir zamanın içerisinde var olmaya çalışan ve inanarak var etmeye çalışan bir kadının hikayesi bu.

Onun vazgeçemediği iki karakter:Ivan ve Malina. Hatta kendisi şöyle tanımlıyor; Ivan benim için hayattır, Malina ise ölüm. Acıyı Füruğ Ferruhzad gibi içten içe yaşayan ve bundan gocunmayan biri o. Sanki onu var eden acıymış gibi. Öyle narin öyle doyumsuz...

Okurken Malina ile ilgili birçok şeyi sorgulamaya başlıyorsunuz; öncelikle de var olup olmadığını? Malina gerçekten var mı diye sorup duruyorsunuz eser boyunca. Bachmann dışında kimse ile iletişim kurmuyor, kendisini birçok şeyden soyutluyor ve tabii Bachmann'ı içten içe kıskanıyor ve paylaşamıyor da. Ivan ise Bachmann'ın bir anlamda ulaşamadığı bir karakter. Onu seviyor, onun kendinde olan manasını koruyor fakat aradaki mesafeyi bir türlü yok edemiyor. Ivan'ın böyle bir çabası neredeyse yok gibi. Bana yansıyan en azından bu. Tıpkı onun Paul Celan'a ulaşamadığı gibi. Ona hayatım dedi, varlığım dedi ve o nehre atladığında hayatının da onunla beraber artık yok olduğunu söyledi. Eserde de Ivan'a yaklaşımı bu yönde Bachmann'ın. Bu yüzden okurken acaba Paul Celan'ı Malina'da mı yoksa Ivan'da mı var etmeye çalıştı diye düşündüm. Belki de hiçbiri...

Bana olan şudur; okurken kendimi yazarın hayatından pek soyutlayamam. Özellikle de duygu dünyasını az çok biliyorsam. Malina'dan önce Kalp Zamanı'nı okuduğum için buradaki karakterleri gerçek yaşam ile bağdaştırmaya başlıyorum. Belki size de oluyordur...

Kitabın üçüncü bölümü itibari ile ütopik bir dünyaya girmeye başlıyorsunuz. Çünkü gerçek olmaması gerekiyor diye yakınıyorsunuz. Ki zaten asıl bu bölümden itibaren yazarın hayatı, çocukluğu, aile ile olan ilişkisine dair bilgiler bulmaya çalışıyorsunuz. Bütün bu var olma çabaları içerisinde yazar ile beraber sizde boğuşurken bir soru gelip sizin zihninize doluveriyor; şimdi gerçek olan kim? Malina'mı yoksa bütün bunları yaşayan Bachmann'mı?